Araştırmacı Nur Başnur, Anadolu coğrafyasının zengin tarihi ve kültüründe özel bir yere sahip olan kaşığın tarihsel yolculuğuna projeksiyon tutuyor. “Kaşığın Arkeolojisi”nin kitabını çıkarmak için gün sayan Başnur, ziyaretçilerin pilav, hoşaf ve helva yiyebileceği, dolayısıyla kaşıkla geleneksel yemeklerin bağının yeniden kurulacağı, bir müze kurmayı da hayal ediyor.
Özlem Kapar
Araştırmacı Nur Başnur’u son dönemde pek çok gastronomi etkinliğinde “Kaşığın Arkeolojisi” sunumuyla dinleme fırsatı buluyoruz. Başnur, günlük hayatımızın vazgeçilmez objelerinden biri olan kaşık üzerinden bir tarih, kültür ve gastronomi profili çıkarıyor.
Anadolu’da paleolitik dönemden günümüze kaşığın macerasını sadece tarihsel verilerle değil şahsi tanıklıklarla anlatan Nur Başnur, bu topraklarda kaşığın sadece bir mutfak ve sofra aracı değil, somut olmayan bir anlam boyutu da olduğunu örnek ve belgelerle paylaşıyor. Anadolu coğrafyasının zengin tarihi ve kültüründe özel bir yere sahip olan kaşığın tarihsel yolculuğuna projeksiyon tutan araştırmacı Nur Başnur, “Kaşığın Arkeolojisi”nin kitabını çıkarmak için gün sayıyor. Başnur, ziyaretçilerin pilav, hoşaf ve helva yiyebileceği, dolayısıyla kaşıkla geleneksel yemeklerin bağının yeniden kurulacağı bir müze kurmayı da hayal ediyor. Nur Başnur ile kaşığın izinde... Özlem Kapar | ozlem.kapar@rafinemedya.com Gelin Nur Başnur’la bu özel söyleşimizde ‘kaşık’ın izini birlikte sürelim...
Kaşıkla olan bu derin ilişkiniz nasıl başladı?
Mezatları ve antika pazarlarını gezerken elim hep kaşıklara giderdi. Anadolu’da gezdiğim her yerden eskiden beri kaşık toplardım. N’PR İletişim Kurucu ve Yöneticisi olarak uzun yıllar çalıştıktan sonra yaşam biçimimi değiştirmeye karar verdim ve bu çerçevede bir seramik atölyesi kurdum. Burada yaptığım seramik kaşıkları @maşukkaşık markasıyla beğenilere sundum. Eş zamanlı olarak kaşıkla ilgili araştırmalara yöneldim, derken öğrendiklerimden gittikçe daha çok etkilendim ve bir yandan da koleksiyonum biraz daha zenginleşti. Bir kültür nesnesi olarak kaşığa duyduğum ilgi, böylelikle daha da yoğunlaştı ve araştırmalarım çok yönlü bir hale geldi.
Bu araştırma sürecinde sizi en çok neler etkiledi?
İlk olarak kaşıkla ilgili yayın sayısının çok kısıtlı olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Belki de bu beni daha çok çekti. Çünkü Türklerin kaşıkla ilgili derin bir geçmişi var. Gastronomideki kullanımı dışında kaşığın ‘anlam’ boyutunda o kadar ilginç açılımlarını görmeye başladım ki, bunları bir hikayeyle insanlarla paylaşmam gerektiğini düşündüm. İşte son bir buçuk yıldır çeşitli mecralarda yaptığım “Kaşığın Arkeolojisi” sunumu böyle doğdu. Ben Sanat Tarihi okudum ancak arkeolog değilim. Sunumdaki arkeoloji sözcüğünü ‘bilginin arkeolojisi’ anlamında kullanıyorum. Benim yaptığım aslında ait olduğumuz kültür köklerine ilişkin bir hatırlatma!
Peki kaşığın tarihçesindeki mihenk taşları neler? Ülkemizin kaşık kültüründen de bahseder misiniz?
Kaşık, Paleolitik Çağ’dan beri insanlığın hayatında var. İlk olarak deniz kabukları kullanılmış. Eş zamanlı olarak dünyanın pek çok farklı coğrafyasında kaşığın kullanıldığını görüyoruz. Neolitik Çağ’da ise beslenme sisteminin değişmesi ve yerleşik hayata geçişle buğdayın ekilmesi, ateşin kontrollü yakılması ve mutfağın ortaya çıkmasıyla beraber kaşığın önemi daha fazla artmış ve yaygınlaşmış.
Kaşık, Anadolu’da Neolitik kazı alanlarında karşımıza çıkıyor, en çok Marmara Bölgesi’nde bulunmuş. Ağırlıklı olarak kemik ve seramikten yapılmış. Yanı sıra Akdeniz, İç Anadolu Bölgesi, Güneydoğu Anadolu ve Ege’de çoğu yerde neolitik kaşıklara rastlanıyor.
Anadolu’nun doğusunda yaşayan Ermeniler ve Süryanilerde bakır, demir ya da gümüş kaşık görüyoruz. Eş zamanlı olarak Orta Asya Türklerinde de kaşık kullanımına ilişkin bilgilere tanıklık ediyoruz.
Öte yandan tüm toplumlar kaşık olsa da elle yemek yiyorlar, Türklerde de böyle devam ediyor. İslamiyet öncesi Orta Asya Türklerinde madeni kaşığa az sayıda da olsa rastlanırken, İslamiyet sonrası madeni kaşık kullanılmıyor. Bunun yerine dini eğilimlerin de desteklediği gibi elle veya tahta kaşıkla yemek tercih ediliyor. Bir yandan göçebe bir toplum olarak yaşam tarzına da tahta kaşık çok uygun, çünkü hafif olduğu için taşıması kolay. Ayrıca tahta kaşık duygu olarak daha yumuşak bir his, kullanımı rahat ve el yakmıyor.
Halkın tahta kaşık kullanımının yanı sıra Osmanlı Sarayı’nda ve Burjuva kesiminde sedef, şirmahi (balina kemiği), katır tırnağı, boynuz, fil dişi, hindistan cevizi kabuğu gibi daha sert organik malzemelerden yapılmış artistik kaşıklar da kullanmış. Bu kesimin kullandığı kaşıkların saplarında da zenginlik kendini gösteriyor; gümüş, altın, elmas, inciyle süslemeler var. Böylelikle üstün bir kaşık sanatı ortaya çıkmış. Beyazıt’ta Kaşıkçılar Çarşısı kurulmuş; Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesi’nde burada 500’e yakın kaşık ustasının varlığından söz ediyor.
Öte yandan kullanıma göre kaşıklar çeşitleniyor; çorba, pilav, yumurta, paluze, hoşaf vb. gibi pek çok tür ortaya çıkmış. 1800’lerin sonunda şimdiki kullandığımız madeni kaşık formuna ulaşıyoruz. Ve gelelim kaşığın günümüzdeki haline... Dünyada sanayileşmeyle birlikte madeni kaşıkta seri üretime geçilmiş. Türklerin batılılaşma atılımında da böyle oluyor ama bir yandan da tahta kaşıkla olan bağ hiç kopmuyor. Bu süreçte yer sofrasından masaya geçişte de aynı bağ sürüyor.
Kaşık, sofra ve gastronomide kullanımı dışında ne ifade ediyor?
Ben Türkiye ve Osmanlı kültüründe kaşığın tarihini araştırıyorum; dilimizde yayınlanmış kaşık kelimesi geçen her metne bakmış olabilirim! Kaşıkla ilgili ritüellere ilişkin konuları da derinlemesine araştırdım. Kaşık, edebiyattan sanata, mutfaktan sofraya, tarihten dini ritüellere, danstan, insan ilişkilerine kadar pek çok alanda hayatımızın içinde!
Koleksiyonunuz ve araştırmalarınızla ilgili hedefleriniz neler?
Öncelikle Anadolu’da kaşığın tarihine ilişkin yazmakta olduğum kitabın bahar aylarında raflarda olmasını hedefliyorum. Kitabın yayınlanmasını takiben de bir ‘Türk ve Osmanlı Kültüründe Kaşık Müzesi’ kurma hayalim var. Mekan arayışı konusunda halen temaslarım devam ediyor. Bu müzenin hakkı İstanbul’da ve Tarihi Yarımada’da olmayı gerektiriyor. Burası acıkanların pilav, hoşaf ve helvayla karnını doyurabileceği, dolayısıyla kaşıkla geleneksel yemeklerin bağının yeniden kurulabileceği bir müze olacak. Değerli yazarımız Nurullah Ataç bir gazetedeki yazısında diyor ki: “Pilavın çatalla yenmesi kadar akıl dışı bir şey olamaz, pilav kaşıkla yenir. Çünkü pilavın lezzeti niceliğiyle paraleldir. Bir çatal kaç tane pirinç tanesi alabilir ki?” Bir başka değerli yazarımız Refik Halit Karay’ı da yeri gelmişken anmadan geçmeyelim. Karay, büyük bir kaşık koleksiyoncusu. Kaynaklarda koleksiyonunda 3 bin 200 civarında kaşık olduğu yazılıyor. Dilerim bu koleksiyonu da görmek ve değerlendirmek şansımız olur. Çünkü Karay, bir Osmanlı Türk kaşıkları müzesi yapılmasını vasiyet etmiş. Belki bu vasiyeti yerine getirmek bize nasip olur.