Ülkemizde ‘onarıcı tarım’ konusunda değişim başlatan Anadolu
Meraları, projeleriyle tarımla teknolojiyi birleştirerek etik, adil
ve bütüncül bir değişim yaratmayı hedefliyor. Anadolu Meraları
CEO’su Yasemin Kireç, “Onarıcı tarımla toprağın organik madde
oranı ve su tutma kapasitesi artıyor, biyoçeşitlilik zenginleşiyor,
erozyon riski azalıyor” diyor.
Anadolu Meraları iklim değişikliğiyle mücadele ve adaptasyon süreçlerini onarıcı sistemler kurarak güçlendiren bir sosyal girişim. Varoluş amacı Türkiye ve dünyada onarıcı tarım anlayışının yerleşmesini sağlayarak sistemsel dönüşüm ile “Onarım Çağı”nın hızlandırıcısı olmak. Türkiye’nin ve dünyanın farklı bölgelerinde topluluk temelli, ekolojik denge ile uyumlu ve onarıma dayalı modellere ilham olmayı hedefliyor. Sağlıklı işleyen ekosistem süreçleri, zengin biyolojik çeşitlilik, bol yaban hayatı, organik madde bakımından zengin, canlı topraklar, temiz ve hayat dolu akan dereler ve nehirler, sağlıklı ormanlar ve okyanuslar ve temiz hava, hepimizin hayali. İşte bu hayallerin gerçekleşmesi için Anadolu Meraları ile yola çıkmak gerçek bir “eve dönüş” hikayesi...
Doğru yöntemleri kullanarak yaptıkları çalışmalarla tarımı toprak bozunumu ve ekosistem tahribatının en önemli nedeni olmaktan çıkarıp, insanı da kapsayan doğanın kaotik, karmaşık yapısını içselleştiriyor ve dinamik bir bütüncül yönetim uyguluyorlar. Onlara inanan, güvenen, paylaşan ve takip edenlerle her geçen gün daha da büyüyorlar.
“Sürdürülebilir”in ötesinde yenileyici tarımın hem anlayış olarak yerleşmesi, hem de somut olarak yaygınlaşmasına hizmet etmeyi amaçlayan bu önemli sosyal girişiminin CEO’su Yasemin Kireç ile yaptıkları çalışmalara ilişkin merak ettiklerimizi konuştuk.
Öncelikle Anadolu Meraları’nın ortaya çıkış hikayesi anlatır mısınız?
Anadolu Meraları, Durukan Dudu ve Volkan Büyükgüngör’ün bir girişimi. Amerika’daki Savory Enstitüsü’nden bütüncül yönetim eğitimini aldıktan sonra Türkiye’de bütüncül yönetim uygulayarak 2013 yılında onarıcı tarım ve hayvancılık üzerine çalışmaya başlamışlar. 2015 yılında onlardan eğitim aldığım sırada tanıştık ve güçlerimizi birleştirirsek daha kapsamlı ve onarıcı işler yapabileceğimize inandık. Çalıştığımız projelerle birlikte de diğer ekip arkadaşlarımız aramıza katıldı. Şu anda farklı şehirlerde yaşayan 10 kişilik bir ekibiz. Eşdeğerlilik zemininde onarıcı bir işbirliği halini ekibimiz içerisinde de önemsiyoruz. Hepimizi bir araya getiren temel motivasyonumuz ise insanların hem birbiriyle hem de gezegenimizle uyum içinde yaşamayı öğrendiği bir dünya için Türkiye’de onarıcı tarım ve bütüncül yönetim anlayışının yerleşmesini sağlayarak sistemsel bir dönüşümünün tetikleyicisi olmak.
Onarıcı tarım nedir ve gerçekleştirmek istediğiniz yaklaşımlar sonrası ülke tarımında neler değişecek?
Artan nüfusla birlikte, bu kadar insanı nasıl besleyeceğiz kaygıları son 50-60 yılda verimliliğe çok fazla odaklanmamıza neden oldu. Halbuki, bugün açlığın sebebi aslında yeterince üretememek değil, üretileni adaletli bir şekilde dağıtamamak, ihtiyacı olanlara ulaştıramamak... Mevcut sistemimizin pek çok alanında krizlerin sayısı gittikçe artıyor. Bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var, bugüne kadar kullandığımız yöntemler, alıştığımız reçeteler toprağımızı çok hızlı bir şekilde yok ediyor, çiftçilerimizi artık iklim krizinin etkileri ile birlikte zor durumda bırakıyor, zaman zaman küstürüyor.
Bu sebeple artık daha kapsamlı ve bütüncül düşünmek zorundayız. “Bu kadar insanı nasıl doyuracağız” sorusuna endüstriyel tarım yoluyla “doğaya daha çok müdahale ederek” yanıtını verdikçe bu krizleri derinleştirmeye devam ettik. Onarıcı tarım, “bu kadar insanı ancak ve ancak “onararak” doyurabiliriz” diyen, sadece doyurmak da değil, çiftçinin refah düzeyini de arttırabiliriz diyen kökten bir paradigma değişikliği öneren, arkasında bilim olan güçlü bir metodoloji. Ekosistemler üzerindeki etkimizin, zarar vermekten çok öte, hatta sürdürülebilir olmaktan da öte onarıcı olabileceğini gösteriyor.
Onarıcı tarımla toprağın organik madde oranı ve su tutma kapasitesi artıyor, biyoçeşitlilik zenginleşiyor, erozyon riski azalıyor. Bu zincirleme reaksiyonun çok önemli bir sonucu da toprağın karbonu tutma gücünü iyileştirmemiz demek. Gıdamızı üretme şeklimiz ya karbon salarak iklim değişikliğine sebep olmaya devam edecek, ya da karbonu toprağa gömerek hepimize çare olacak. Onarıcı tarımın Türkiye’deki tarım pratiklerinde yaygınlaşması Türkiye’nin topraklarının kaybolan verimini yeniden kazanması, erozyonun yavaşlatılması, daha sağlıklı ve besleyici gıdaların üretilmesi ve tarımsal üretimin iklim değişikliği kaynaklı kırılganlıklarını azaltmamızla sonuçlanacak. Burada konvansiyonel tarımın, olduğu gibi onarıcı yöntemlerle değiştirilmesinden çok daha öte bir şeyden, gıdanın üreticiden, tüketiciye kadarki yolculuğunun herkesi gözeten bir sisteme dönüşmesinden bahsediyoruz. Türkiye’nin tarımının geleceğinin onarıcı tarımda olduğunu söyleyebilirim.
Ölçeklendirilebilir ekosistem modelleri dediğimizde nasıl bir sistemden bahsediyoruz?
Biz onarıcı tarıma ilişkin uygulamalarımızı “Bütüncül Yönetim” ilkeleri çerçevesinde yürütüyoruz. Tarıma tek başına arazi yönetimi ve teknik uygulamalardan ibaret bir üretim biçimi olarak bakmıyoruz. Tarımsal üretim biçimlerinin temelinde ekonomik, toplumsal, kültürel, iletişimsel ve algısal bir “bütün”ün yer aldığını düşünüyoruz.Dolayısıyla onarıcı tarımla bir iş modeli kurmaktan bahsediyoruz. Bu iş modeli her bölgenin kendine özgü şartlarını dikkate alarak kurulduğunda, bu metodolojiyi başka bölgelere de ölçeklendirerek uygulayabiliyoruz.
Biz yaptığımız ekosistem işbirliklerinde bütüncül bakış açısıyla mevcut durumu analiz ettiğimiz bir keşif çalışması gerçekleştiriyor, ardından işbirliği modelini kurguluyoruz. Kapasite geliştirme ve eğitim, danışmanlık, ölçümleme hizmetleri veriyor ve dirençli tedarik zincirleri ve gıda ağları kuruyoruz.
Global ölçekte şirketler, yerel düzeydeki çiftlikler, sosyal girişimler ve kamu kurumları arasında güç birliği sağlayacak ve kırsal ekosistemlerin verimliliğini artıracak modeller geliştiriyoruz. Örneğin deprem bölgesi olan Hatay Samandağ’da yürüttüğümüz çalışmamızda topluluk ilişkilerinde üreticiyi merkeze alan, onun ihtiyaçlarının gözetildiği bir birliktelik düzenine ihtiyaç olduğunu gördük. Aracılık sistemi Türkiye’nin birçok noktasında çok ciddi bir sorun. Üretici de memnun değil, tüketici de. Üstelik deprem gibi büyük afetlerde kopan aracılık sistemiyle birçok ürünün tarlada kaldığını, hasat dahi edilemediğini, çünkü alıcısıyla buluşamadığını gördük. Ancak çiftçinin tek başına değil, bir arada, bir topluluk içinde hareket ettiği ve güç bulduğu bir sistemde daha farklı da olabilirdi. Dolayısıyla biz en başta ilişkilerimizi onarmaya çalışıyoruz. Burada edindiğimiz tecrübeler de Türkiye’nin farklı birçok bölgesi için anlamlı öğrenimler sağlayacak.
PepsiCo Vakfı ve Lay’s ile Hatay Samandağ’da, “Lay’s Ortak Hareket, Yeniden Bereket” projesi hedeflenen ekosistem modellerinden biri mi? Proje kapsamındaki çalışmalarınız neler?
Yaşadığımız büyük deprem telafisi mümkün olmayan kayıplarımızın yanında mevcut tarım-gıda üretimi sisteminin nasıl kırılgan olduğunu da gösterdi aslında. Tedarik zincirleri koptu, altyapı sorunları oluştu, üretim araçları zarar gördü, ürünler tarlada kaldı...
Lay’s ile işbirliğimiz ve PepsiCo Vakfı’nın desteğiyle yürüttüğümüz Ortak Hareket Yeniden Bereket Projesi’nde 6 Şubat depreminde ağır yaralar alan Hatay Samandağlı çiftçilerle çalışıyoruz. Topluluk odaklı, dayanışmadan güç bulan, onarıcı tarımı bölgede teşvik eden bir proje olduğunu vurgulamak istiyorum. Samandağ Tarımsal Kalkınma Kooperatifi yerel partnerimiz. Samandağ’da depremle birlikte toprağa küsen, üretime ara veren çiftçileri yeniden cesaretlendirmek ve aynı zamanda yeniden üretmeyi ekonomik olarak da anlamlı bir hale getirebilmek için yola çıktık. Sadece üretimi değil, depremle bozulan tedarik zinciri ilişkilerini de onarmaya, çiftçilerin adil bir fiyatla ürünlerini değerlendirebilecekleri, afetlere daha dirençli bir gıda ağı oluşturmaya çalışıyoruz. Bunun için de üreticileri hem gübre, fide gibi hibelerle destekleyip, hem de ürünlerini potansiyel satış kanallarıyla buluşturuyoruz.
Yaptığınız projelerde onarıcı tarımın yanı sıra teknolojiyle de çözümler getiriyorsunuz. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
Projelerimiz ile meydana gelen onarımın sosyal, ekonomik ve ekolojik etkisini ölçmek de işimizin bir parçası. Bu aşamada da EOV (Ekolojik Çıktı Doğrulama) yöntemi ile topraktaki onarımı ölçerken, Sosyal Etki Analizi ile de ekonomik ve sosyal tarafı değerlendiriyoruz. RegenSense isimli ekoloji ve teknolojiyi birleştiren bir girişimimiz var. RegenSense, yenilikçi ve bütüncül bir yaklaşımla, makine öğrenmesi, yapay zeka ve uzaktan gözlem teknolojilerinin yardımıyla, önemli ekosistem göstergelerini ölçen bir teknoloji. RegenSense’in kullandığı sağlam metodolojiyle ekosistemin sağlığının takip edilmesini ve onarıcı tarım uygulamalarının etkisinin ölçülmesini sağlayabiliyoruz.
Uydu görüntülemesinin, drone görüntülemesinin ve araziden toplanan bilgilerin, yapay zekanın bir dalı olan makine öğrenmesi teknolojisiyle işlenmesiyle; topraktaki organik karbon miktarının ve çeşitli içeriklerin ölçülmesini, su döngüsünün, enerji akışının, biyoçeşitliliğin ve bunların pek çok kırılımının gözlenmesini sağlıyoruz. Güncel arazi kullanım bilgileri, vejetasyon göstergeleri, nemlilik göstergeleri, yüzey sıcaklığı, meteorolojik bilgiler gibi pek çok ek bilgiyi de modellemeye katkı sağlaması için kullanıyoruz. Uzaktan gözetleme sistemlerinin gücünü; yenilikçi, güçlü ve projeye özel veri toplama sistemleriyle artırıyoruz.
Allan Savory et ve süt üretiminin, hayvan sürülerinin doğru yönetilmesi durumunda iklimi koruma işlevi taşıyacağını iddia ediyor. Et üretimine karşı olanlara cevabınız nedir?
Onarıcı tarımcıların çoğunluğu problemi yönetimsel bir sorun olarak kabul ediyor. Doğal kaynakların potansiyelini elimizdeki bilgiler, bölgenin sosyal ve ekonomik dinamikleri ışığında değerlendirerek üretimin buna uygun olarak yönetilmesi gerektiğini savunuyorlar. Konuya böyle bakıldığında ekolojik anlamda odaklanılması gereken asıl konunun “et yiyip yememek” ya da “hayvansal üretim mi bitkisel üretim mi” ikilemlerinden uzaklaşıp “Nasıl sistemler tasarlamalıyız; çok yıllık mı, tek yıllık mı?” sorusu olduğu anlaşılıyor.
Tek yıllık üretim mısır, buğday, arpa, soya fasulyesi gibi ürünleri her sene ekip yeniden hasat ettiğimiz bir üretim sistemi, bugün dünyadaki üretimin en geniş kısmını oluşturuyor. Bu ürünlerin üretimi fosil yakıt tüketimi gibi konuların yanı sıra toprağı tahrip eden çeşitli tarımsal uygulamaları da gerektiriyor. Konuya “Nasıl sistemler tasarlamalıyız; çok yıllık mı, tek yıllık mı?” sorusunun ışığında baktığımızda tek yıllık bitkisel üretimi dayatan konvansiyonel hayvancılık direkt saf dışı kalıyor zaten.
Çok yıllık ekosistemler tek yıllıklara kıyasla enerji verimliliği çok daha fazla olan; toprak içindeki organik madde miktarının ve toprak organizmalarının arttığı, biyolojik çeşitliliğin güçlendiği sistemler. Doğa çok yıllık bir ekosistem; her sene yok olup yeniden oluşmaz. Bizim de biyomimikri adını verdiğimiz doğayı taklit etme mantığıyla hareket ederek üretim sistemlerimizi çok yıllık sistemlere dönüştürmemiz gerekiyor. Bu durum Türkiye’de savan ekosistemini taklit eden bir üretim sistemi kurmak anlamına geliyor. Biyolojik olarak insan denen türün ortaya çıktığı bu ekosistem dağınık hâlde ağaçlarla yer yer çalı ve otların da görülebileceği, pratikte çok yıllık bitkisel üretime dayanan bir alan. Bu sistemde hayvancılık yapmadığın takdirde ekosistemi onarıp onun yeniden oluşmasını sağlayamıyorsun. Doğada hayvan olmayan herhangi bir yerin var olmadığını da göz önünde bulundurursak bu durumun milyonlarca yıldır geçerli bir denge noktası olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla mesele hayvancılık yapılmalı mı yapılmamalı mı sorusuna yanıt aramaktan ziyade ihtiyacımız olan çok yıllık ekosistemi kurmamız için gereken üretim sistemlerini anlamamız. Günümüzdeki açlığın sebebi aslında yeterince üretememek değil, üretileni adaletli bir şekilde dağıtamamak, ihtiyacı olanlara ulaştıramamak...
www.anadolumera.com