Gezmekle ‘yetinmeyen’ bir hikaye avcısı: Oğuz Otay

“GEZMEKYETMEZ” mottosuyla kentlerin ve insanların hikayesi ile yemeklerin geçmişinde iz süren Oğuz Otay, sadece gezmeyi değil anlamayı da odağına alıyor. Tarih tutkunu bir seyyah, kent hikayecisi ve GEZMEKYETMEZ’in yaratıcısı Oğuz Otay ile derinlemesine bir yolculuğa çıktık.

Özlem Kapar Oğuz Otay, “GEZMEKYETMEZ” mottosunu internet sayfasında 15 maddelik bir manifesto ile açıklıyor. Bu manifestoda sadece gezmekle yetinmeyen, kenti ve insanlarını anlamaya çalışan bir bakış açısı var: Gidilen yerin kitaplarını okumak, müziğini dinlemek, yerel pazarlarda dolaşmak, balık hallerinde pazarlık yapmak, tuhaf sokaklara sapmak, eskiyle bugünü ilişkilendirecek izler peşine düşmek ve nihayet tüm bunları anlatmak, yazmak… Otay’a göre, seyahatin gerçek anlamı işte bu süreçte gizli. Çünkü bazen gerçekten de sadece “gezmek” yetmez. Önce şu meşhur ismi soralım: Neden “Gezmek Yetmez”? Ne eksik kalıyor sadece gezince? İnsanlığın geldiği noktada çağımız bir hız çağı. Ne yapacaksak hızlı, hem de çok hızlı yapmak hayatın vazgeçilmez bir rutini haline geldi. Hızlı yemek yiyoruz, hızlı yürüyor, hızlı düşünüp hızlı tüketiyoruz. Hal böyle olunca da bazı şeyleri ıskalıyor, işin ruhunu kaybediyoruz. Elbette seyahatlerimiz ve gezilerimiz de bundan nasibini alıyor. Bir yeri gezmek; klişeleşmiş birkaç noktayı görmek, birkaç fotoğraf çekmek ve gitmekten ibaret kalıyor çoğu zaman. Oysa bir seyahati ya da geziyi kalıcı kılan, gittiğimiz bir şehrin ya da semtin ruhunu, insanların yaşam şeklini, kültürünü yakalamak ve içselleştirmekle mümkün. Ben yaşadığım kentte, seyahatlerimde ve gezilerimde bunu yakalamaya çalışıyorum. Bunu da o kente ait insan ve mekan hikayelerini kovalayarak yapıyorum. Bu hikaye bazen yüzlerce yıl öncesinden, antik dönemden bir kesit olabiliyor; bazen de günümüzde o kentte yaşayan birinin, sıradan ama anlamlı bir hikayesiyle ortaya çıkıyor. İşte GEZMEKYETMEZ ifadesi, bu hikaye kovalama sürecine atıfta bulunan bir motto. Bugüne kadar kaç ülke, kaç şehir gördünüz? Sizde derin iz bırakan yer hangisiydi? GEZMEKYETMEZ diyen bir insanın ilk seyahati üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçince, gittiği ülkelerin sayısından çok, o ülkelerdeki hikayeler önem kazanmaya başlıyor. Bu yüzden ülke saymayı çok önce bıraktım. Bıraktığımda 30 ila 40 arasında ülke gezmiştim. İz bırakan ülkelere gelirsek; dört yıl yaşadığım ve entelektüel gelişimimi tetikleyen Suudi Arabistan, Osmanlı izlerini ve hikayelerini kovalama fırsatı yakaladığım bir yerdi. Avustralya bambaşka bir yaşam felsefesi ve dinginlik örneğiydi. Kenya ise doğal yaşamıyla beni etkileyen ülkeler arasında. Şehir bazında düşünürsek, Çanakkale'nin bendeki yeri apayrıdır. O coğrafyada tarih ve mitolojiyle iç içe büyümek benim için hep bir ayrıcalıktı. Hatta orada büyümüş birinin hamurunun tarih ve mitolojiyle yoğrulduğuna inanırım. Türkiye’den örnek verecek olursam; Mardin’i taş işçiliğiyle, Kapadokya’yı büyüleyici doğal yapısıyla, Ege ve Akdeniz bölgelerini yoğun arkeolojik miraslarıyla, Göbeklitepe ve Karahantepe’yi ise insanlık tarihini kökten değiştiren coğrafyalar olarak özel bir yere koyuyorum. Ve tabii, yaşadığımız İstanbul’u da hoyrat sevgili olarak unutmamak lazım. Seyahatleriniz sırasında tattığınız, sizi en çok şaşırtan ya da etkileyen lezzet neydi? Nerelerde, ne yediniz/yiyemediniz? Bir kent hikayecisi olarak, yediğim yerel yemeğin lezzeti kadar o yemeğin hikayesi de beni çok ilgilendirir. Bu anlamda, unutamadığım yemeklerin başında Suudi Arabistan’da yaşadığım bir deneyim gelir. Kızıldeniz’de yapacağımız bir dalış için çölde yol alırken yolumuzu kaybetmiş, çadırlarına denk geldiğimiz bir Bedevi ailesinden yardım istemiştik. Aile reisi memnuniyetle bizi ana yola çıkaracağını söyledi. Biz hazırlık yapılmasını beklerken kaşla göz arasında bir yer sofrası kuruldu. Ortada bir tencere pilav ve üzerinde et parçaları vardı. Ev sahibiyle birlikte sofraya oturduk. Özellikle onun sağ tarafına oturmam istendi. Meğer bu, Bedevi geleneklerine göre sofranın bizim şerefimize kurulduğunu ve benim baş misafir olduğumu gösteriyormuş. Ev sahibi, pilav üstündeki etin en güzel kısmını üç parmağıyla alıp bana ikram etti. İlk başta şaşırmıştım ama bunun bir onurlandırma biçimi olduğunu öğrendiğimde hayranlık duydum. O anı asla unutmam. Bir diğer unutulmaz lezzet hikayem ise Atina’da, balık halinde tezgahlar arasında kurulmuş ayaküstü bir meyhanede yaşandı. Tezgahtan alınıp ızgara yapılan ahtapot, hem sadeliği hem tazeliğiyle hafızama kazındı. Daha sıra dışı bir deneyim olarak Kenya’da safari sırasında ikram edilen zürafa ve timsah etini de unutulmazlar listeme eklemeliyim. Yiyemediğim tek yemek, Mısır Luksor’da bana ikram edilen güvercin olmuştu. Size göre bir yemeğin ‘hikayeye dönüşmesi’ için neler gerekir? Kişisel tecrübemden yola çıkarak bir yemeği hikayeye dönüştüren birkaç unsur olduğunu söyleyebilirim. Bu bazen malzemesinin yetişmesi, elde edilme biçimi olabilir. Bazen asırlar öncesine dayanan bir reçete ya da pişirme biçimi olabilir. Bazen bir folklorik öge ile özdeşleşmesi olabilir. Bazen de o yemeği yapan lokantanın geçmişi ve bulunduğu yer o hikayeyi doğurur. Şunu da söyleyeyim; bunların hiçbirinin olmadığı bazı yemeklerin de efsaneleştiği olur. O zaman da o yemeği kiminle ve hangi ruh haliyle yediğiniz ön plana çıkar. Bugüne kadar yayımlanmış kitaplarınızdan ve yazarlık yolculuğunuzdan da biraz bahseder misiniz? İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden basılan ilk kitabım “Efendi Kaptan Kurtar Bizi – Mesudiye Zırhlısı’nın Kırk Yılı”, Türkiye’de bu konudaki ilk örnektir. Geminin inşasından batışına kadar yaşanan tarihi olaylar arşiv belgeleri ve insan hikayeleri eşliğinde anlatılıyor. Kitabın yazılma hikayesi yıllar önce Çanakkale Boğazı’nda yapılan bir dalışı ile başladı. Dalmayı planladığımız olası Birinci Dünya Savaşı batıklarından biri de Mesudiye Zırhlısı idi. O gün hava şartları Mesudiye Zırhlısı’nın batığına dalmamıza izin vermemişti. Ancak, zırhlı hakkındaki sınırlı bilgiler bu batık hakkında daha fazla araştırma yapmama neden oldu. Başlangıçta bir iki kitap sayfası ile sınırlı bilgiler 4 yıl süren arşiv, saha çalışmaları ile bir kitaba dönüştü. Çalıştığım arşivlerin İngiltere, İtalya, Avustralya gibi ülkelerde olması bir taraftan seyahat tutkumu besliyor, bir taraftan da inanılmaz bilgilere ulaşmamı sağladı. Elbette ülkemizde de birçok arşivde çalıştım. Birçok sahafın kapısını aşındırdım. Sonunda da bu kitap ortaya çıktı. Elbette yazma hikayem bu kitapla başlamadı. Seyahat eden birinin not tutması kaçınılmaz. İlk seyahat notlarımı 8 yaşında Konya’da Mevlana Müzesi’ni ziyaret ederken aldığım bir deftere kurşun kalemle not ettiğimi hatırlıyorum. Tüm yazdıklarım kendime notlardı. Bunları derleyip, yayımlamayı hiç düşünmemiştim. Ta ki, Nairobi’den Mombasa’ya giderken yemekli vagonda karşılaştığım bir İngiliz kadınla karşı karşıya oturuncaya kadar. Elindeki deftere sürekli notlar alan bu kadın dikkatimi çekmişti. Merak edip ne yaptığını sorduğumda, “Freelance seyahat yazarıyım” demişti. O an benim için bir kırılma anı oldu. O gün defterime “Sen de yaz” diye not düştüğümü hatırlıyorum. “Efendi Kaptan Kurtar Bizi! Mesudiye Zırhlısı’nın Kırk Yılı” belki de o satırları bana yazdıran arzunun bir sonucu. Bir taraftan arşiv çalışmalarını sürdürürken, bir taraftan da Atlas Tarih dergisi için deniz tarihi üzerine yazılar yazmaya başladım. Benim için kırılma noktası olan bir an, Mora Yarımadası’nda, Yunan Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi’nin doğduğu Kalavrita bölgesine yaptığım bir seyahatin ardından ortaya çıktı. “İsyanın Kalbine Yolculuk” başlığını taşıyan tarih içerikli bir yazı yazacaktım. O yazı, seyahat, tarih ve insan hikayelerini birlikte ele alan değişik bir yazı oldu. Seyahat, kent ve insan hikayelerini kaleme almanın bana inanılmaz bir keyif verdiğini o yazı ile fark ettim. Bu tür yazılar yazmaya ağırlık verdim. Bunun için GEZMEKYETMEZ adlı instagram hesabını oluşturup, burada paylaşımlar yapmaya başladım. Bugün bu hesabı takip eden kişi sayısı 100 bin oldu. Kitabım, bu yılın başında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 20 yıl sonra yeniden basıldı. İlk basımın aksine bu defa daha geniş kitlelere ulaştı. Geçtiğimiz ay ikinci baskısı yapıldı. Radyo programcılığı da yapıyorsunuz; peki bu sizin için nasıl bir deneyim? Yemeği ya da bir şehri radyoda anlatmak nasıl bir şey? Benim kuşağım televizyondan çok radyo ile büyümüş bir kuşak. Biz Okul Radyosu, Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu gibi programları dinler, dinlediklerimizi zihnimizde canlandırırdık. Görsel olmayan bir mecrada seyahat, insan ve mekan hikayesi anlatmak, bunları dinleyenlerin gözünde canlandırabilmek o nedenle bizim gibi radyo ile büyümüş çocuklar için pek de yabancı bir şey değil. Anlatma bir yetenek değil, okuyarak gelişen bir beceri. O nedenle iyi anlatıcının aynı zamanda iyi de bir okuyucu olması lazım. GEZMEKYETMEZ adıyla Kafa Radyo’da bir program yapma fikri başlangıçta “görsellik üzerine kurgulanan bir işin sözlü anlatımı hiç de kolay olmaz” diye düşündürdü ise de geçmişten gelen alışkanlıklar ve birikim hızlıca devreye girdi. Benim hikayelerim ister bina, ister insan, ister tarih, isterse de yemek üzerine olsun mutlaka bir yaşanmışlığı, tecrübe edilmişliği barındır. Hal böyle olunca da detaylandırmak, dinleyenin gözünde canlandırmak daha kolay oluyor. ‘Kent hikayecisi’ifadesini kullanıyorsunuz. Bir kentin hikayesini nasıl duyuyor, nasıl anlatıyorsunuz? Bir kenti sevmenin, o kente sahip çıkmanın en iyi yolunun o kenti tanımakla, bilmekle olduğuna inanıyorum. Seversen, tanırsan, bilirsen üstüne titrersin ve korursun. Bizim kentlerimizin tarihi ve kültürel kimliklerini koruyamamamızın en büyük nedeni bence bu. Peki kenti nasıl tanıyacağız. Önce okuyacağız, sonra keşfedeceğiz. İnanın bunu yaptığınızda siz hikaye bulmuyorsunuz, hikaye sizi buluyor. O kadar hazırsınız ki, baktığınız bir taşın, mekanın, heykelin, parkın bir hikayesi olduğunu hemen anlıyorsunuz. O hikayeyi bilmeseniz bile bu hisse kapıldığınızda okuyor, araştırıyor ve keşfediyorsunuz. Güncel olarak üzerinde çalıştığınız yeni projeler, kitaplar ya da anlatılar var mı? Yeni projeler olmaz mı? Projeler yaşam enerjim benim. GEZMEKYETMEZ’in eksik kalan yönlerinden biri YouTube ya da belgesel tarafıydı. Şu an onun üzerine çalışıyoruz. Anlattıkları ve konukları ile bir kültür, bilgi ve gusto platformu olacak yapıyı oluşturmak üzereyiz. Her yaşta eğitime inan biri olarak lisanslı turist rehberi olma niyetim var. Bunun için GEZMEKYETMEZ’i bilgi açısından çok ilerilere taşıyacak bir yüksek lisans programı arıyorum. Gastro-diplomasi konusu beni oldukça heyecanlandırıyor. Yeme içmenin kültürel ve hikaye boyutunun bir destinasyonu tanıtma konusunda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Akademik perspektifte bu alanın gelecek vaat ettiğini düşünüyorum. Bu doğrultuda özellikle üniversiteler ile işbirliği imkanları üzerinde yoğunlaştım. Bir de elimde daha çok başında olduğum iki kitap projesi var. Bu konulara ilişkin dosyalarımı oluşturmaya başladım.